Yazar: Dilan Yücel

  • Anne Oldum Ya Sonra?

    Anne Oldum Ya Sonra?

    Anne olmak… Kimisi için heyecanla beklenilen, kimisi için koca bir boşluk. İkisi için de ortak özellik; doğum sonrası gerçeklikle, duygularla yüzleşmek. “Anne oldum, ya sonra?” sorusu işte bu kırılmanın ardından fısıldanır çoğu zaman. Kucakta bir bebek, annenin yorgunluğu ve akıldan geçen binlerce soru…

    Doğum Sadece Bebeğin Yaşadığı Bir Durum Değil
    Doğum sadece fiziksel bir olay değildir. Kadın için bu süreç, bilinçdışında kendi annesiyle olan ilişkisine, bebekken yaşadığı olaylara, hatta bebeklik sonrasında yaşadığı deneyimlere kadar uzanır. Yeni doğan sadece bebek değil; annenin de yeni rollerinin doğduğu bir aşamadır. Bu geçiş her anne için farklı işler. Bazı kadınlar, kendi bebekliğindeki çözülmemiş travmalara regrese olup depresyona girerken; bazı anneler ise psikolojik olarak aynı stabilitede devam ederler.

    Kaybolan Benlik: “Ben de Varım” Diyemeyen Anneler
    Birçok kadın doğumdan sonra bir boşluğa düşer. Eğer herhangi bir bebeklik, çocukluk travması yoksa, bunun sebebi yeni sorumluluklar ve özellikle çalışan bir anne için düzenin tamamen değişmesi olabilir. “Ben sadece anne miyim artık?” sorusu, bize ileriki senelerde yaşanacak problemlerin ayak seslerini getiriyor olabilir. Bu çatışma çözümlenmeden bastırılırsa, ileriki yıllarda depresyon, öfke patlamaları, evliliğe yabancılaşma ya da çocuğa aşırı bağlanma gibi belirtilerle kendini gösterebilir.

    Kendi Bebekliğine Regresyon
    Anne, özellikle doğumdan sonraki ilk aylarda kendi bebeklik dönemine bilinçdışı bir regresyon yaşayabilir. Burada, kendi annesiyle o dönemki ilişkisi; aldığı ya da alamadığı duygusal ve fiziksel bakımın izlerini bilinçdışı şekilde hatırlamasıyla bazı psikolojik durumlar tetiklenir. Örneğin, kendi bebekliğinde yeterince aynalanmamışsa, bebeğine karşı “İçimden hiçbir şey gelmiyor”, “Bebeğime karşı yabancı hissediyorum” gibi söylemler baş gösterebilir. Bu cümleler, psikodinamik bir regresyonun dışavurumudur.

    Ya Sonra?
    Annenin bu dönemde psikolojik destek alması büyük önem taşır; çünkü eş, dost, akrabalar onu isteseler de tam olarak anlayamazlar. Burada çözülmemiş bazı çatışmalar yatar. Öncelikle bireysel terapiyle, sonrasında ise sosyal destekle, eşin rol paylaşımıyla ve en önemlisi annenin kendine izin vermesiyle iyileşme süreci gerçekleşebilir. Anne eğer bu dönemde destek alamazsa, bir süre sonra bebekli yaşama alışabilir ama bu durum kendiliğinden geçmek yerine şekil değiştirerek ileride karşısına tekrar çıkması kaçınılmaz bir son olur.

  • Beni Gördün mü Anne? Bebeklikte Duygusal Aynalama

    Beni Gördün mü Anne? Bebeklikte Duygusal Aynalama

    Bir bebek dünyaya geldiğinde yalnızca beslenmeye değil; görülmeye, dokunulmaya ve duygularının yansıtılmasına da ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, çocuğun gelişimi için en temel ihtiyaçlardan biridir. Özellikle yaşamın ilk yıllarında annenin bebeğine duyguları aynalaması ve onu “gördüğünü” hissettirmesi oldukça önemli bir süreçtir.

    Peki, bebek annesinin gözlerinde kendini nasıl görür? Bu sorunun yanıtını “ayna işlevi” kavramıyla açıklayabiliriz.

    1. Annenin Yüzü Bir Ayna mıdır?

    Donald Winnicott’un da söylediği gibi, bir bebek kendisini ilk kez annesinin gözlerinde tanır. Anne, bebeğin duygularını yansıtan bir ayna işlevi görür. Bebek ağladığında annesi de üzülür, gülümsediğinde annesi de gülümser. İşte bu duruma “ayna işlevi” denir.

    Buradaki aynalama yalnızca mimiklerle sınırlı değildir. Annenin duygusal varlığı, ses tonu, ten teması ve bebeğin duygularına verdiği tepki; bebeğin kendi duygularını tanımasında ve düzenlemesinde önemli rol oynar. Aslında psikolojik sağlamlığın temelleri ilk olarak bu noktada atılır.

    2. Yetersiz Aynalama

    Peki ya bebeğinizi yeterince aynalayamazsanız ne olur?

    Araştırmalar, annesi tarafından duygusal olarak aynalanmayan bebeklerin ilerleyen yaşlarda duygularını düzenlemekte zorlandıklarını, daha fazla kaygı, öfke ve güvensizlik hissettiklerini ortaya koymuştur (Boston College, 2022).

    Örneğin; depresif, kaygılı ve bebeğin ihtiyaçlarıyla baş edemeyen bir annenin çocuğu da kendi duygularını anlamlandıramaz. Bu durum yalnızca bebeklikte değil, yetişkinlik döneminde de devam edebilir. Böyle bireyler, başkalarının ihtiyaçlarını anlamakta zorlanabilir veya partnerinin, kendi çocuğunun ihtiyaçlarını görse bile bunlara tepki veremeyebilir. Çünkü bir zamanlar kendileri de “görülmemiştir”.

    3. Yeterince İyi Anne

    Winnicott’un “yeterince iyi anne” kavramı burada devreye girer. Bu kavram, mükemmel bir anne olmanız gerekmediğini; bebeğinizin duygularını anlayan ve ihtiyaçlarına yönelik cevaplar verdiğinizde zaten yeterince iyi bir anne olduğunuzu ifade eder.

    Ara sıra tepkileri yanlış anlamanız ya da geç cevap vermeniz doğaldır. Bu durumda “çocuğum acaba ileride problem yaşar mı?” diye kaygılanmanıza gerek yoktur. Çünkü sonrasında ilgilenmeniz, koruyucu bir faktördür.

    Her bebek yalnızca kucağa alınmak değil, duygularıyla birlikte “görülmek” ister. Bu yüzden, fiziksel olarak çok iyi bakım sağlanmış ancak duyguları hiçbir zaman aynalanmamış bir çocuğun, başkaları tarafından görülme ihtiyacı bir ömür sürebilir.

    Unutmayalım ki annelik sadece fiziksel bakım değil; duygusal aynalama sürecidir.

  • Beslenme Savaşları: Emzirme Zorunluluğu Psikolojisi

    Beslenme Savaşları: Emzirme Zorunluluğu Psikolojisi

    Anne sütü, bebeklerin ilk beslenme ürünü… Besleyicilik açısından her ne kadar zengin olsa da her bebek anne sütünden faydalanamıyor. Emziremeyen annelerin iç dünyası ise bu noktada karışıyor. Annenin bebeğini ne kadar emzirdiği, hangi sıklıkta emzirdiği, sütünün kalitesi ve azlığı-çokluğu toplumsal olarak da konuşulup anneyi yoran bir hâle geliyor. İşte tam da bu noktada, anne sütü biyolojik bir olaydan çıkıp psikolojik bir kısma doğru yol alıyor. Birçok kadının anneliğiyle ilgili yetersizlik duygularını tetikleyen bu durumu konuşmamız gerekiyor çünkü bazen mama biberonuyla beslenen bir bebek, emzirme baskısıyla büyüyen bir annenin kırılgan psikolojisinden çok daha sağlıklı olabilir.

    1. Psikodinamik Bakış: “İyi Anne” Olmanın Görünmeyen Yükü

    Annelik yalnızca bugün deneyimlediğiniz olaylardan ibaret değil; geçmiş kuşaklardan gelen bilinçdışı izleri taşıyan yeni bir deneyim yoludur. Emzirme sadece besleme değil, bir bağ kurma, yeterli olma ve sevgiyi gösterme biçimi olarak da yorumlanır.
    Emzirme, nesne ilişkileri kuramcılarına göre bebeğin dış dünya ile ilk ilişkilerinden biridir. Bu süreçte anne sadece bir “besin kaynağı” değil, aynı zamanda bebek için birincil sevgi nesnesidir. Emzirme deneyimi sevgi ve güvenle gerçekleşirse, bebek dış dünyaya dair olumlu düşünceler taşır.
    Yanlış anlaşılmasın, bu durum fiziksel olarak meme ile beslenmeden ibaret değil. Yani biberonla beslenen, annenin sevgi ve güvenini o an yaşayan bir bebek de hayata dair olumlu düşünceler taşıyabilir. Kuramcılar bu noktada anne memesini sadece temsili olarak baz alırlar.
    Aynı şekilde, Melanie Klein’ın “iyi meme” ve “kötü meme” kavramı da fiziksel memeyi değil, memeye dair bebekte oluşan ruhsal temsilleri ifade eder. Biberonla beslenen bir bebek, eğer sevgiyle, düzenli ve sakin bir temasla besleniyorsa; bu “iyi meme” (yani iyi nesne) temsili yine gelişebilir. Buradaki iyi nesne, anneyi temsil eder. Asıl önemli olan emzirmemek değil, duygusal olarak orada olmamaktır. Bebek için esas zedeleyici olan budur.

    2. Emzirme Zorunluluğunun Toplumsal Baskısı ve Annenin İçsel Dünyası

    Toplumumuz emzirme konusunda hassas bir yapıdadır desek yanlış olmaz çünkü anne doğum yapar yapmaz, sütü fazlaca olsa dahi süt artırmanın yollarını etraftan dinlerken kendini bulabilir. Burada anneye verilen örtük mesaj, “Her an yetersiz olabilirsin” ya da “Zaten yetersizsin” şeklinde olabilir ve lohusa annenin kırılganlığını, psikolojisini oldukça etkileyebilir.
    Bir üniversite araştırmasına göre (Boğaziçi Üniversitesi, 2021), doğum sonrası ilk altı ayda mama vermek zorunda kalan annelerin %68’i suçluluk duygusu yaşadığını, %54’ü ise sosyal çevresi tarafından “eksik anne” gibi hissettirildiğini bildirmiştir. Bu veriler, toplumsal baskının annelerin iç dünyasında ne kadar yıkıcı etkiler bırakabildiğini gösteriyor.
    Özellikle sosyal medyada emziren annelerin idealize edilmesi, doğumdan sonra yeterince sütü olmayan ya da tıbbi nedenlerle emziremeyen annelerde değersizlik ve başarısızlık hissi yaratabiliyor. Bu da doğum sonrası depresyonun derinleşmesinde önemli bir risk faktörü hâline geliyor.

    3. Annelik Bir Yarış Değil: Farklı Ama Eşit Anneler

    Her çocuğun hızı farklı olduğu gibi, her annenin hızı da farklıdır. Anneliği yarış hâline getirmekten ya da böyle getirilen ortamlarda bulunmamaya dikkat etmenizi öneririm. Sınırlarınızı yeterince çizerseniz sizi etkileyen olumsuz söylemler bir süreden sonra yok olacaktır.
    Önemli olan annenin duygusal olarak iyi olmasıdır. Bazen emzirmek değil, emzirmeye zorlanmak annenin bedenine ve ruhuna daha fazla zarar verir.

    4. İyi Anne Tanımını Yeniden Yapmalıyız

    Bir annenin çocuğuna gösterdiği güvenli sevgi, şefkat ve değer hissi, bebeğin en temel besinidir. Biberonla veya meme ile bu duyguları yaşatarak besliyorsanız, “yeterince iyi anne”siniz diyebilirim.

  • Çocuklarda Mizaç: Doğuştan Gelen Bir Harita mı, Şekillenen Bir Yol mu?

    Çocuklarda Mizaç: Doğuştan Gelen Bir Harita mı, Şekillenen Bir Yol mu?

    Her çocuk farklıdır. Kimi çocuk gözlemci ve sakinken kimisi hareketli ve keşfetmeye meyillidir. Bazı bebekler en ufak bir durumda ağlayıp sakinleşmesi zorken, bazıları ise daha kolay sakinleşir ve ortama adapte olur. Peki, bunların hepsi doğuştan gelen bir mizaçtan mı kaynaklanıyor, yoksa anne, baba ve çevrenin tutumuyla mı oluşuyor?

    Mizaç Nedir ve Neden Önemlidir?

    Mizaç, bir çocuğun doğuştan getirdiği bireysel özelliklere denir. Yani, bir çocuğun dünyayı nasıl algıladığı, olaylara nasıl tepki verdiği ve çevresiyle nasıl ilişki kurduğu mizacının temel taşlarını oluşturur.

    Thomas ve Chess’in klasik mizaç kuramına göre çocuklar üç temel mizaç grubuna ayrılabilir:

    • Kolay mizaçlı çocuklar: Düzenli uyku ve beslenme alışkanlıkları olan, yeni durumlara kolayca uyum sağlayan çocuklardır.
    • Zor mizaçlı çocuklar: Değişimlere karşı daha hassas, yoğun tepkiler veren ve uyum sağlaması zaman alan çocuklardır.
    • Yavaş ısınan çocuklar: Yeni durumlara karşı temkinli yaklaşan ancak zamanla alışan çocuklardır.

    Bu özellikler, çocukların ileride stresle başa çıkma mekanizmalarına kadar etki edebilir. Ancak bu, mizacın sonsuza kadar aynı kalacağı anlamına gelmez.

    Mizaç ve Ebeveyn Tutumları

    Bir çocuğun mizacı, anne-babanın tutumları, çevresiyle etkileşimi, arkadaşlarıyla iletişimi, yaşadığı olaylar ve hatta travmalar sonucu dahi değişebilir. Örneğin, hassas ve kırılgan bir yapıya sahip çocuğunuz okulda arkadaşları tarafından hayal kırıklığına uğratıldığında, bir süre sonra kırılgan yapısında değişiklikler gözlemlenebilir. Hassas ve zor bir mizaca sahip bir çocuk, ebeveynleri tarafından anlaşıldığında daha güvenli bağlanabilir ve duygusal olarak dengeli bir birey olabilir. Ancak, duyarlılığı göz ardı edilirse veya sürekli eleştirilirse kaygılı ya da içe kapanık hale gelebilir. Bu nedenle, ebeveyn tutumu oldukça önemlidir.

    • Eğer çekingen bir çocuğa sahipseniz, onu cesaretlendiren ve özgüvenini artıracak deneyimler yaşatmalısınız. Örneğin, oyun oynarken onun oyunu yönetmesine izin verebilir ve size görevler vermesini isteyebilirsiniz. Ayrıca, ev içinde yaşına uygun görevler verip başardıktan sonra onu tebrik etmelisiniz.
    • Eğer hareketli bir çocuğa sahipseniz, ona güvenli alanlar sunarak enerjisini doğru yerde harcamasına yardımcı olmalısınız. Bu tür çocuklar için dışarıda zaman geçirmek önemlidir. Kendi programınıza çocuğunuzu dahil edebilir veya evde daha fiziksel hareketler içeren oyunlar oynayabilirsiniz. Örneğin, evdeki eşyalardan oyun parkuru kurup birlikte oynayabilirsiniz. Eğer çocuk enerjisini atamazsa, bir süre sonra öfkesini gösterebilir veya içe kapanma durumu yaşayabilir. Tabii ki her çocukta sonuç aynı olacak diye bir kural yok, ancak çocuk enerjisini ve duygularını ifade edemediğinde, zamanla farklı problemlerle karşılaşabilirsiniz.

    Sonuç: Çocuğunuzu Tanıyın, Onunla Uyumlanın

    Her çocuk farklıdır. Tıpkı beş kardeşin bile birbiriyle tamamen aynı olmadığı gibi. Kendinizi düşünün; ailenizin aynısı mısınız? Mutlaka farklı yönleriniz vardır. Çocuklar da sizin aynınız değildir. Çok sabırsız bir çocuğunuzu bile gerekli yönlendirmelerle törpüleyebileceğinizi söyleyebilirim.

  • Doğum Kaygısının Psikolojik Etkileri: Zihnin ve Bedenin Uyumu

    Doğum Kaygısının Psikolojik Etkileri: Zihnin ve Bedenin Uyumu

    Doğum, hayatımızın bir başlangıç noktasıdır. Bu dönüştürücü yolculuk, beraberinde kaygıları da getirebilir. Bazı kadınlar bu anı heyecanla beklerken, bazı kadınlar ise kaygı ve korku ile bekler. Peki, doğum kaygısı neden oluşur ve psikolojik olarak bizi nasıl etkiler?

    1- Doğum Kaygısı Neden Oluşur?

    Doğum kaygısı genellikle bilinmeyene duyulan bir korku ve kontrol kaybı hissinden kaynaklanır. Doğum sürecine karşı duyulan olumsuz deneyimler de anne adaylarının bu korkusunun güçlenmesinde rol oynayabilir.

    • Bilinçdışı Korkular: Çocuklukta duyulan travmatik doğum hikâyeleri sizde izler bırakmış olabilir. Geçmişte annenizin doğum süreci travmatik geçtiyse, bu durumun sizde kaygı yaratması da olasıdır. Doğum kaygısı dışında da kaygılı bir anne adayıysanız, doğumla birlikte belirsizlik süreci zihninizi endişeye sokabilir.

    • Kontrol Kaybı Endişesi: Günümüzde birçok insan hayatını daha planlı yönetmeye alışkındır. Ancak doğum, tam anlamıyla kontrol edilemeyen bir süreçtir. Özellikle mükemmeliyetçi, kontrolü elinde tutmayı seven ve kaygılı bir yapınız varsa, bu dönemde yoğun endişeler duymanız diğer anne adaylarına göre daha yüksek olabilir.

    • Geçmiş Travmalar: Önceden düşük yapmış, sıkıntılı bir doğum dönemi geçirmiş veya doktorunuzla problemler yaşamışsanız, güvensizlikten kaynaklı kaygı problemi de yaşayabilirsiniz.

    2- Doğum Kaygısının Psikolojik ve Fiziksel Etkileri

    • Bedenin Gerilmesi: Kaygı arttıkça vücutta kortizol ve adrenalin hormonları yükselir. Bu durum, kasların gereğinden fazla kasılmasına yol açabilir. Böylece doğum süreci daha zor bir hâl alabilir.

    • Ağrı Algısının Artması: Araştırmalar, kaygılı anne adaylarının ağrıyı daha yoğun hissettiğini göstermektedir.

    • Bilinçdışı Savunmalar: Bazı kadınlar doğum kaygısı nedeniyle bilinçdışı olarak doğumu geciktirebilir. Örneğin, aşırı stres rahmin gevşemesini zorlaştırarak doğum sürecini uzatabilir.

    3- Kaygıyı Azaltmak İçin Neler Yapılabilir?

    • Psikoeğitim: En önemlisi, aslında doğum süreciyle ilgili doğru bilgiler edinmek olacaktır. Kaygı yaşayacağınız anlar hakkında doktorunuzdan bilgi almak, doğru nefes tekniklerini öğrenmek, doğum anında neler yapabileceğinizi bilmek sizi büyük ölçüde rahatlatacaktır.

    • Bilinçdışı Korkularla Çalışmak: Geçmiş deneyimlerinizin doğum kaygısıyla bağlantısı olup olmadığını öğrenmek önemli olabilir. Çünkü bazı kadınların, doğum doktoruyla konuşsalar bile kaygılarının azalmadığı görülmektedir. Bu durum, bilinçdışında doğum, anne olmak veya geçmişte yaşanan olumsuz ebeveyn deneyimlerinden etkilenmiş olabilir.

    • Destek Mekanizmaları: Doğum sürecinde kimlerin yanınızda olacağını ve eşinizle birlikte bu süreçte neler yapabileceğinizi konuşmanız, kaygınızın hafiflemesine neden olabilir.

    Doğumu kaygı ile değil, farkındalık ile karşılamak bu dönemdeki en büyük hedefiniz olsun. Bir parça kaygı duymak çok doğaldır. Ancak kaygınız artık günlük yaşamınızı dahi etkiliyorsa, bu durumda profesyonel bir destek almak sizin ve bebeğinizin süreci daha sağlıklı atlatmasını sağlayacaktır.

  • Anne Olmadan Önce Psikolojik Sağlamlığınız Nasıl Olmalıydı?

    Anne Olmadan Önce Psikolojik Sağlamlığınız Nasıl Olmalıydı?

    Anne olmak, sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda psikolojik olarak da büyük bir dönüşümdür. Bu dönüşüm, kişinin geçmiş yaşantıları, içsel dayanıklılığı ve duygusal farkındalığıyla doğrudan ilişkilidir. Annelik süreci çoğu zaman doğumdan sonra ele alınsa da, aslında psikolojik hazırlık çok daha önce başlamalıdır. Peki, anne olmadan önce psikolojik sağlamlığınızı nasıl değerlendirmeliydiniz?

    1. Kimlik ve Kendi Benliğini Tanıma

    Anne olmadan önce de bir kimliğiniz vardı. O süreçlerde nasıl ilerliyordunuz? Herhangi bir zor olayla karşılaştığınızda tepkileriniz, hisleriniz, düşünceleriniz ve aldığınız aksiyonlar nelerdi? Aslında burada önemli olan vereceğiniz cevaplar, çünkü bazen anne olmadan önce bir kimliğinizin olduğunu dahi fark etmeyebilirsiniz. Yeteneklerinizi keşfedememiş, potansiyelinizi ortaya çıkaramamış olabilirsiniz.

    Anneliğin dışında kimim?

    • Hayatımda beni ben yapan değerler neler?

    • Annelik, diğer kimliklerimle nasıl dengede olacak?

    Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, annelik sürecinde kendinizi kaybetmemeniz için önemli bir farkındalık yaratacaktır.

    2. Kendi Çocukluk Deneyimlerinizle Yüzleşmek

    Psikodinamik bakış açısına göre, anne-babamızla olan ilişkimiz, ebeveynlik stilimizi doğrudan etkiler. Çocuklukta yaşadığımız travmalar, eksiklikler veya fazla korumacı yaklaşımlar bilinçdışında yer eder ve farkında olmadan kendi ebeveynlik tarzımıza yansıyabilir.

    Örneğin, çocukken yeterince ilgi görmemiş biri, çocuğuna fazla bağımlı olabilir. Ya da tam tersi, aşırı kontrol altında büyümüş bir birey, çocuğuna fazla özgürlük tanıyarak kendi çocukluğunun telafisini yapmaya çalışabilir. Ancak sağlıklı bir ebeveynlik, kendi çocukluğumuzdan gelen eksik yanları bilinçdışında taşımadan, farkındalıkla hareket etmeyi gerektirir.

    Bu yüzden anne olmadan önce şu soruları kendinize sormalısınız:

    • Kendi anne-babamla ilişkim nasıldı?

    • Onlardan aldığım hangi özellikleri kendi çocuğuma taşımak istiyorum?

    • Hangi davranışları bilinçli olarak değiştirmem gerekiyor?

    Bu sorular üzerinde düşünmek ve gerekiyorsa bir uzman desteği almak, geçmişten gelen bilinçdışı kalıplarla yüzleşmenize yardımcı olacaktır.

    3. Duygusal Dayanıklılık ve Stres Yönetimi

    Çocukla birlikte belki de sizi en çok zorlayan kısım burası olacaktır. Uykusuz geceler, çocuğun gelişim sürecindeki zorluklar, annenin kendi bedenindeki değişimler… Bunlar, hem fiziksel hem de psikolojik olarak yıpratıcı olabilir. Kaygıya yatkınsanız, çocuğunuzun sağlığıyla ilgili aşırı endişelenebilir, mükemmel anne olma baskısı hissedebilirsiniz. Eğer duygularınızı sağlıklı bir şekilde yönetemiyorsanız, bebeğinizin duygu dünyasını da yönetmekte zorlanabilirsiniz.

    Anne olmadan önce kendinize şu soruları sormalısınız:

    • Stresle nasıl başa çıkıyorum?

    • Kaygılarımı nasıl yönetiyorum?

    • Duygularımı bastırmak yerine sağlıklı bir şekilde nasıl ifade edebilirim?

    Annelik Öncesinde Güçlü Bir Zihin, Güçlü Bir Gelecek

    Anne olmadan önce psikolojik sağlamlığınızı güçlendirirseniz, anne olduktan sonra yalnızca siz değil, çocuğunuz da doğrudan etkilenir. Kendi kimliğinizi tanımak, çocukluk deneyimlerinizle yüzleşmek, stres yönetimi konusunda farkındalık kazanmak ve destek mekanizmalarınızı oluşturmak, anneliğe bilinçli bir başlangıç yapmanızı sağlar.

  • Aşkı Bilinçdışımız Mı İstiyor, Yoksa Biz Mi?

    Aşkı Bilinçdışımız Mı İstiyor, Yoksa Biz Mi?

    Aşk, çağlar boyu sanat, tarih, bilim, toplum ve felsefede yer edinmiş bir kavram olmuştur. Kimi zaman açıklanamayan, duyguların beynimizde oynadığı bir oyun mu, yoksa kişiye özel yaşadığımız bir durum mu olduğu hâlâ tartışılıyor. Peki, gerçekten de aşk “normal” bir duygu mu? Yoksa bilinçdışı dinamiklerin bir yansıması olarak, aslında doğası gereği anormal mi?

    Aşkın Bilinçdışı Dinamikleri

    Sigmund Freud’a göre aşk, çocukluk dönemindeki ilk bağlanma ilişkilerinde yatıyor. Anne, baba ve bakım verenimizden aldığımız ilk sevgiyi, reddedilmeyi, şefkati ve güveni, yetişkinlikteki ilişkilerimize de yansıtıyoruz.

    Örneğin, eğer anne “yutan” bir karakterdeyse (çocuğun tüm kararlarını kendi veren, onu bağımlı hâle getirmeye çalışan, özerkleşmesini engelleyen), bu çocuk yetişkinlikte annesine benzediğini fark ettiği tüm kadınlardan kaçacaktır. Tabii ki “yutan anne sendromu”na sahip kadınlarla ilişki kurmak zordur, ancak kişi bilinçdışında farkında olmadan kaçıyorsa, partneri sağlıklı olsa dahi bunu fark etmeyip ondan uzaklaşabilir. Bu durum, narsistik kişilik yapılanmasına sahip bireylerde de görülebiliyor. Kaçıngan bağlanma türü de buna bir örnek.

    Peki, bu kişi annesi gibi birine de âşık olabilir mi? Kesinlikle evet! Çünkü eğer yetişkinliğinde “kurban” rolüne girmişse, kendisine annesi gibi davranan kadınları bulacaktır. O hâlde aşk, doğduğumuz eve göre değişiyor mu? Bence evet. Düşünsenize, şu anki ailenizden çok farklı bir ailede büyüseydiniz, yine de partner seçimleriniz aynı olur muydu?

    Freud’a göre, duygularımız doyurulmuyorsa ve bilinçdışında bizi doyuracak birisi karşımıza çıktığında, “Aşık oldum.” diyoruz. Bu teoriye göre aşk, aslında hepimizin bilinçdışında belli. Sadece kişiler değişiyor ve biz aynı aşkı tekrar tekrar yaşıyor gibiyiz.

    Gelişen dünya ile burada ekstra söylemek istediğim şey, bunu değiştirebileceğimiz. Yapılan araştırmalar, bağlanma stilimizi dahi yetişkinlikte değiştirebileceğimizi gösteriyor. Sürekli güvensiz ilişkiler yaşarsak, güvenli bağlanmaya sahip olsak bile şüphelerimiz eskiye göre artar—bu gayet normaldir. O hâlde güvenli ilişkiler yaşarsak, güvensiz bağlanma stilimiz de değişebilir. Tabii ki bilinçdışı süreçleri fark etmek uzun zaman alabilir. Bu noktada profesyonel desteğe ihtiyaç duyabilirsiniz.

    Aşk, bence herkesin yaşaması gereken bir duygu. Bazen tüm duyguları bir arada barındırsa da, sadece üç harfe sığacak kadar da anlamı derin bir şey: “Aşk.”

  • Doğurganlığı Etkileyen Psikolojik ve Duygusal Faktörler

    Doğurganlığı Etkileyen Psikolojik ve Duygusal Faktörler

    Doğurganlık, yalnızca biyolojik sebeplerin dışında psikolojik bir süreçten de geçer. Günümüzde birçok kadın, biyolojik hiçbir problemi olmamasına rağmen hamile kalamıyor. Duygusal iniş çıkışlar ve stres seviyesindeki artış, hamile kalamamanın psikolojik sebeplerinden biri olabiliyor.

    1. Stres ve Anksiyete: Sessiz Bir Düşman

    Stres ve anksiyetenin, yapılan araştırmalar sonucu yumurtlama döngüsünü etkilediği artık biliniyor. Klinik bir araştırmada Stanford Üniversitesi, yüksek düzeyde stres yaşayan kadınların yumurtlama düzensizlikleri ve hamile kalma oranlarında düşüş yaşadığını ortaya koydu. Sizi en çok rahatlatan nefes tekniklerinden birisini seçip uygulayabilirsiniz. Tabii ki birkaç nefes egzersizi yapıp hemen hamile kalmak bazen zor olabilir. Burada önemli olan, “Stres seviyeniz hamile kalma isteğinizden önce de yüksek miydi?” diye düşünmenizi istiyorum çünkü genel olarak stresli bir hayata sahipseniz önce bu alanları yönetmeyi öğrenmekten başlamak gerekebilir.

    1. Depresyonun Doğurganlık Üzerindeki Etkisi

    Depresyon, hormonal dengenin bozulmasına neden olarak doğurganlık üzerinde negatif bir etkiye sebep olabilir. Motivasyonunuzu düşürerek tedavilerden uzaklaşmanıza ve alışkanlıklarınızda değişim yaşamanıza sebep olabilir. Bu durum, anne olmayı ertelemeye veya tamamen vazgeçmenize neden olabilir. Burada öncelikle hamile kalma sürecinizi rafa kaldırıp depresyonunuz üzerinde durmak gerekiyor. Hamile kalamamaktan kaynaklı bir depresyon yaşasanız bile bu durumu bir süre rafa kaldırmakla süreci başlatmalısınız. Çünkü beynimiz her olayda negatifi de düşünmeye daha meyilli oluyor. Depresyondayken pozitif bir hal almak oldukça zordur.

    1. Umutsuzluk Döngüsünden Çıkmak: Destek Almanın Önemi

    Destek alan birçok çift, sadece doğurganlık problemini çözmekle kalmayıp farkındalıklarını da yükselterek daha iyi anne baba olmaya hazırlanıyor. Böylece hem isteklerine kavuşuyorlar hem de hamilelikten önceki hayatta yaşadıkları psikolojik süreçleri anlamlandırıyorlar. Günün sonunda psikolojik sağlamlıkları daha yüksek birer ebeveyn oluyorlar.

    Kendinize İyi Bakın: Psikodinamik Açıdan Zihinsel Sağlığınızı Koruyun

    Psikodinamik bakış açısına göre, geçmiş yaşantılar ve bilinçdışı duygular, doğurganlık sürecinde büyük bir rol oynar. Özellikle çocukluk döneminde yaşanan duygusal deneyimler, ebeveynlik konusundaki bilinçdışı korkular veya beklentiler doğurganlık sürecine yansıyabilir. Örneğin, çocukken ebeveynlerle kurulan ilişkinin güvenli ya da güvensiz olması, bu süreçte ortaya çıkan stres ve kaygının şiddetini artırabilir. Bunu anlamanız için “Asla öyle bir anne baba olmayacağım.”, “Her zaman çocuğuma güler yüzlü olacağım.” gibi sözler söylüyorsanız bilinçdışınızda bunları yapamamanın korkusunu da yaşıyor olabilirsiniz. Bir danışanın vajinismus problemi, aslında hamile kalmaktan korktuğu için yaşadığı ortaya çıktı. Korkusunun sebebi ise kötü bir çocukluk geçirmesi ve anne olduğunda çocuğuna yaşadıklarını yaşatmamak istemesiydi. Bilinçdışı, çocuğuna kendi çocukluğunu yaşatmaktan öyle korktu ki vajinismus problemini de ortaya çıkardı.

    Burada profesyonel bir destek almak sorunu çözecektir. Unutmayın, ruhsal farkındalık ve içsel iyileşme, bedeninize de olumlu sinyaller gönderebilir ve anne olma yolculuğunuzda önemli bir destek sağlayabilir.

  • Anne Olduktan Sonra Değişim: Kendini Yeniden Keşfetmek

    Anne Olduktan Sonra Değişim: Kendini Yeniden Keşfetmek

    Anne olmak, kimisi için beklenmedik, kimisi için istenilmeyen, kimisi içinse yıllarca çok istenen bir kimliktir. Bu kimlikle birlikte büyük bir dönüşüm de kapıyı çalıyor. Dönüşüm dersek, açıkçası herkes kendi farkındalığı kadar dönüşüyor. Bu yolda belki de hiç fark etmediğiniz özelliklerinizi keşfettiniz, hiç tatmadığınız duyguları tattınız. İçimizde aslında her duygu var; sadece yaşadığımız olaylar bunları ortaya çıkarıp şiddetini belirliyor. İşte, anne olduktan sonra gelen değişim de bu olaylara dahil…

    Annelikle Birlikte Gelen Değişimler

    1- Kimlik Değişimi ve Kendi Benliğini Yeniden Tanımlama: Anne olduktan sonra “Ben artık kimim?” sorusuyla yüzleşebilirsiniz. Öncelikler değişir, sosyal roller farklılaşır ve bazen eski benlik algısı kaybolur. Burada psikolojik sağlığınız için unutmamanız gereken nokta, anneliğin sizin tek kimliğiniz olmadığıdır.

    2- Duygusal Dalgalanmalar ve Psikolojik Sağlamlık: Hormonların değişimiyle birlikte doğum sonrası depresyon, anksiyete veya aşırı duygusallık sıkça görülebilir. Bir gün mutluyken, diğer gün yorgunluktan hayatı sorgulamaya başlayabilirsiniz. Şunu unutmayın: Bu süreç geçicidir ve yaşadığınız bu duygusal dalgalanmalar çok normaldir.

    3- Sosyal Çevrede Değişimler: Anne olduktan sonra çevreniz değişebilir. Eskiden görüştüğünüz, çocuğu olmayan arkadaşlarınızla eskisi kadar görüşemeyebilirsiniz. Önceden rahatça yapılan planlar yerini, çocuğun bakımına göre şekillenen programlara bırakabilir. Bazı arkadaşlıklar zayıflarken, benzer süreçlerden geçen annelerle daha güçlü bağlar kurulabilir.

    4- Beden Algısı ve Öz Şefkat: Hamilelik ve doğum, beden üzerinde kalıcı değişimler bırakabilir. Pek çok anne, eskisi gibi görünmemekten rahatsız olabilir ve kendini yetersiz hissedebilir. Ancak bedenin, doğum gibi mucizevi bir süreci gerçekleştirdiğini hatırlamak ve bu değişimi kabullenmek gerekir. Örneğin, problem kilo alımıysa, zamanla bir uzmandan destek alarak istediğiniz forma kavuşabilirsiniz.

    Bilim Ne Diyor?

    Stanford Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, annelik beyin yapısında belirgin değişiklikler yaratıyor. Araştırmada, yeni annelerin beyin taramaları incelendiğinde özellikle duygusal düzenleme, empati ve karar alma süreçlerinden sorumlu olan bölgelerde yoğun bir aktivite artışı gözlemlenmiş. Çalışma, anneliğin sadece psikolojik bir süreç değil, aynı zamanda beynin yeniden yapılanmasını sağlayan biyolojik bir dönüşüm olduğunu gösteriyor. Aynı araştırmada, annelerin doğumdan sonra stres seviyelerinde dalgalanmalar yaşadığı ancak zamanla psikolojik dayanıklılıklarının arttığı da vurgulanıyor. Bu bulgu, anneliğin getirdiği değişimlere uyum sağlamak için sabırlı ve kendine karşı şefkatli olmanın önemini ortaya koyuyor.

    Anne Olduktan Sonra Kendini Kaybetmemek İçin Öneriler

    • Kendinizi annelikle sınırlamayın.
    • Destek almaktan çekinmeyin.
    • Küçük mola anları yaratın.
    • Duygularınızı bastırmak yerine onlarla yüzleşin.

  • Çocuğunuzla Dijital Oyundan Ziyade Etkileşimli Oyun Oynayın

    Çocuğunuzla Dijital Oyundan Ziyade Etkileşimli Oyun Oynayın

    Anne olarak çocukla oyun oynamak, çocuğun gelişim sürecinde en büyük rehberlerden biri olmayı da beraberinde getirir. Oyun, çocuğunuzun dilidir. Duygularını ve düşüncelerini en saf hâliyle ifade ettiği alandır. Çocuğunuzla oyun oynadığınızda sadece keyifli bir vakit geçirmekle kalmayıp onun iç dünyasını da görmüş olacaksınız.

    Oyun ve Çocuk Psikolojisi

    Çocuklar oyun sırasında kendilerini, çevrelerini ve ilişkilerini keşfederler. Oyun, aynı zamanda ebeveynler için de çocuğuna ulaşabilmenin en keyifli yoludur. Ayrıca oyun oynayarak güvenli bağ kurup bunu güçlendirebilirsiniz. Çocuğunuzun bilinçdışı korkularını ve bastırılmış duygularını oyun yoluyla görebilirsiniz. Örneğin, çocuğunuz doktora gitmekten korkuyorsa oyun sırasında hastane ve doktor oyunları oynayarak korkusunu oyunda işler. Çocuk, annesiyle yeterince duygusal ve fiziksel temasta değilse örneğin oyunda bir bebeği besler, ona şefkat gösterir. Bu durumda çocuğunuzun size karşı olan düşüncelerini de fark etmiş olursunuz.

    Oyun Oynamanın Çocuk Gelişimine Katkıları

    1- Duygusal Düzenleme: Çocuğun yaşadığı korku ve stresi dışarı atması gerekir. Bunu oyun yoluyla yaptığında duygusal olarak rahatlar. Özellikle travmatik (sadece bireysel değil, doğal afetler de dâhil) veya stresli olaylardan sonra çocukların oyun yoluyla bu deneyimleri tekrar ettikleri ve rahatladıkları gözlemlenmiştir.
    2- Bağlanma ve Güven Duygusu: Anne-çocuk ilişkisini güçlendirir, çocuğa sevildiğini ve önemsendiğini hissettirir.
    3- Bilişsel Gelişim: Hayal gücünü ve problem çözme becerilerini destekler. Çocuklar oyun sırasında yeni senaryolar kurarak olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi geliştirmeyi öğrenir.
    4- Sosyal Beceriler: Kurallı oyunlar sayesinde çocuklar paylaşmayı, sırasını beklemeyi, iş birliği yapmayı ve empati kurmayı öğrenir. İlkokul çağında okula adapte olmada kolaylık yaşanır.

    Anneler İçin Öneriler

    • Oyun Sırasında Yönlendirmeyi Bırakın: Çocuğunuzu serbest bırakın ve istediği gibi oynasın. Onun anlattığı senaryoya uyum sağlayın. Oyuna dâhil olun ve size anlatmaya çalıştığı duygularını gözlemleyin.
    • Oyuna Günlük Rutininizde Yer Açın: Yoğun bir gün içinde bile 15-20 dakikanızı sadece çocuğunuzla oyun oynamaya ayırın. Bu kısa süre bile çocuğunuz için oldukça anlamlı olabilir. Örneğin, o gün okulda yaşadığı bir zorbalığı veya problemi oyun yoluyla size aktarabilir.
    • Çocuğun Oyun Temalarını Gözlemleyin: Sürekli tekrar eden oyunlar, çocuğunuzun iç dünyası hakkında ipuçları verebilir. Örneğin, sürekli devam eden bir oyun, travmatik bir olayı anlatıyor olabilir. Sizin için önemsiz sayılabilecek bir olay, çocuğunuzun duygu dünyasında büyük bir öneme sahip olabilir. Bunu öğrenmenin en basit ve doğru yolu oyundur.
    • Dijital Oyundan Ziyade Etkileşimli Oyunlara Yönelin: Çocukların ekran başında geçirdiği uzun süreler, yüz yüze etkileşimi azaltabilir. Evinizde bir saksıya çiçek ekmek bile çocuğunuzun yaratım duygusunu geliştirecektir. Çiçek sulanacak, büyüyecek ve yeni yapraklarını verecek. Çocuğun bu anlara şahit olması, sabır duygusunu da pekiştirecek ve hayatta her istediğinin dijital oyunlar gibi anında olmayacağını fark etmesini sağlayacaktır.

    Çocuğunuza oyun oynama fırsatı verin ve dünyayı nasıl gördüğünü anlayacaksınız. Garry L. Landreth’ın dediği gibi: “Oyun, çocuğun dili, oyuncakları ise kelimeleridir.”